Hepimiz neredeyse kış boyunca
tatil hayalleri kuruyoruz, hele Mart ayıyla birlikte artık hayallerimiz projelendirilmeye bile
başlıyor... Bebekle-çocukla tatil ise, başlı başına bir uzmanlık konusu... Bu konuda çeşit çeşit
seçenek, birbirinden cazip öneriler olsa da, aslında çocukla tatil her ailenin kendi dinamiklerine
göre biraz da deneye yanıla öğreneceği bir süreç...
Bu yaz, 7 yaşındaki
kızım Duru’yu ilk defa yaz okuluna vermek zorunda kaldım... Çünkü benim Türkmax’ta
haftaiçi hergün yaptığım canlı yayınlar okullar kapandıktan sonra 3 hafta daha devam ediyordu.
Anadolu Yakası’nın en deneyimli yaz okullarından birine Duru’nun da onayıyla kayıt
yaptırdık. Yüzme-basketbol ağırlıklı bir programı vardı... Fakat, o ne?!. Daha 1. günün sonunda Duru
eve hasta geldi ve toplamda sadece 8 gün devam ettiği yaz okulu boyunca, kendisine ve bana yapmadığı
eziyet kalmadı... Psikolojik kökenli kabızlık sorunundan tutun da, “Sen annesizlik nedir bilir
misin?” diye her akşam hüngür hüngür ağlamalara kadar... İnsanın içi dayanmıyor tabii,
suçluluk duyguları derhal kapıyı çalıyor... Ben de çaresiz, bazı günler canlı yayınlara götürdüm
yanımda, bazı günler de sevgili arkadaşım Yıldız Çakar’ın yönettiği Mavi Yunus Çocuk
Evi’ne bıraktım, orada Serpil Öğretmen’in kızı Irmak’la pek bir güzel
anlaştılar...
“TATİLE NE ZAMAN GİDİYORUZ?”
Tabii
Duru’cuğum, 3 hafta boyunca her gün, “Tatile ne zaman gidiyoruz?” diye sormayı da
ihmal etmedi. Valla 6 yıldır, çocuk rahat etsin, mutlu olsun diye ve biraz da herşeyin kolayına
kaçarak 1 hafta olsun bir tatil köyü muhabbetimiz oluyordu. Malum çocuklar; havuz diye
tutturuyor, akşamları sergilenen o feci animasyonlardan hoşlanıyor, mini klüplerde kendilerinden
geçiyorlar... Ama bu yıl bu gidişe bir “Dur” dedim!
Bir kere keseye zarar;
tatil köyünde 1 haftada harcayacağınız parayı, güzel bir kıyı köyünde 1 ayda ancak harcıyorsunuz.
Geçen yıl 10 gün kadar denemiştik bu köy tatili durumlarını ve Duru’nun da çok hoşuna gitmişti
zaten; her şey doğal, denizde yüz, bahçede oyna, her gün yeni bir arkadaş edin, abartısız
beslen...
Bu yaz da öyle yaptık, Gümüşlük’ün yolunu tuttuk, Arriba’da bir bungolov kiraladık... Önümüz deniz, arkamız bahçe... Trafik tehlikesi yok... Sabah istediğin saatte kahvaltı etme lüksün var... Yemeğini ister kendin yap, ister yapılanı ye... Yalnız kalmak istiyorsan, bir sessiz köşe bulmak sorun değil, sosyalleşmek istiyorsan herkes zaten dostun... İnternet bağlantısı var; benim gibi tatil de yaparım kariyer de diyenler için biçilmiş kaftan...
İşte, biz de 3 haftadır bu modda “salaş tatil” yapıyoruz... İstersek
Salise Teyze’nin harika bahçesinde kendi kahvaltımızı kendimiz hazırlıyoruz, istersek de
Kahve’ye kadar yürüyüp Mandarin’in dumanı üstünde enfes poğaça-börek ve mandalina
marmelatıyla güne başlıyoruz. Zaman nasıl geçiyor insan farkına bile varmıyor; burada tek derdiniz,
aman güneş yakmasın!
KÜÇÜK FAALİYET İNSANI!
Bu arada
Duru’nun burada, kaşla göz arasında bir de sörf öğrendiğini söylemeliyim, küçük faaliyet
insanı, bir an boş durmuyor... En boş zamanları bahçedeki kedi yavrularını beslemek ve herkese
hayvan sevgisi aşılamakla geçiyor. Duru’nun yanında kimse sivrisinek bile
öldüremiyor!
Akşam faslı var bir de elbet; önce Dalgıç Restoran’ın birbirinden
lezzetli yemeklerini yiyoruz, sonra çocuklar 21.30’da köy meydanında buluşup saklambaç
oynuyorlar. Hemen hepsi kızımın yaşıtları... Ben de kahveye oturup, elime kitabımı alıp, onları
seyrediyorum. Sonra Sergi’de harika tezgahları olan (el işi ev süslerine meraklılar için) Ali
ve Ayşe ile muhabbete gidiyoruz; Ressam Oğuz Kaynar ve oğlu Burak’la sanat ve felsefe
konuşuyoruz, Gümüşlük’ün yerlisi Tülay ablaya kahve ziyareti yapıyoruz. İstanbul’lu Emel
Hanım ve kızı Duygu’nun taş evinde akşam yemeğini de unutmamak gerek... Bir de sevgili
Bodrum’lu arkadaşımız Bahadır’la Mazı Köyü’ne yaptığımız keşfi... (Tabii, bu köyün
yollarının Muğla Valiliği tarafından genişletilmesi çalışmasının içimizi acıtmasını saymazsak...
Doğal olanı “gelişme” adına bozup yok ediyoruz. Orijinalliğini bozduğumuz nice yer gibi,
Bodrum’un köyleri de çoktan bozulmuş durumda zaten... Öyle ki, sosyete Gümüşlük’e balık
yemeğe gelirken topuklu ayakkabılarla yürüyemiyor diye, sahil yolunun asfaltlanması bile
planlanıyor.)
ÇOCUĞA SOKAK DA GEREK!
Neyse, konumuza dönecek
olursak; çocuk çocukluğunu yaşayabiliyor böyle doğal ortamlarda, biz büyükler de aslında ne kadar az
şeye ihtiyacımız olduğunu farkediyoruz... Şehirlerde gönüllerince koşup oynayamayan, sadece yarışı
öğrettiğimiz çocuklarımız, doğal ortamları bulduklarında kendilerini akışa kolayca teslim
edebiliyorlar. Saklambaç, ebelemece, kavga, oyun oynarken mızıkma, kumdan kaleler yapma... Zamanın
çocuklarının da bu basit, doğal ama şehir yaşamında pek de kolay elde edilemeyen anları yaşamaya
ihtiyacı var. Malum, çocuklar oyun oynayarak büyüyorlar ve büyüklerin gözetimi olmaksızın oynamak
ise onlara başka türlü bir güven ve özgürlük duygusu yaşatıyor... Sözün kısası, tüm ailelere ne
yapıp edip “sokak” ortamında çocuklarını oyuna salabilecekleri koşullar yaratmalarını
şiddetle tavsiye ediyorum. Raconu bilmek her çocuğun hem ihtiyacı, hem de hakkı. Yuvalar, okullar,
parklar, klüpler de gerek ama, sokak kültürü de gerek çocuklara...