Bazen bir şey olur, hem de küçücük bir
şey, mesela ya içine ya da yolun kenarına daha dikkatli bakarsın ve hayatın tüm akışı değişir. Bazen
mi dedim? Saçma... Her zaman olur aslında ama biz ne kadarını fark ederiz? Hayatımızın tamamını
mucizeler kapsar ama biz çoğunu göremeyiz. Etrafımızda bize bakan bakışlar olur, biz oraya bakmayız.
Kazayla baktığımızda ise çoğu zaman sorumluluk almak istemeyiz ya da “Yapacak bir şey yok” deriz.
Korkarız, sıkılırız, kendi derdimizdeyizdir çoğu zaman... Bazen ise korkmayız, sorumluluk alırız,
cesaret ederiz... İşte o zaman hayatın içine girer ve beraberce
akarız.
***************
Bu
sabah Fethiye Kayaköy’de kızımla kahvaltı yaparken, “Saklıkent ve Patara’ya gitmek ister misin?”
diye sordum. Hevesle “Olur tabii” dedi. Öğlen saat bir gibi yola çıkıp, önce pazar günü açık olan
bir lastikçi bulup, 13 yıldır benimle olan arabamın sallanan jantını tamir ettirip, sonra orman
yolunda uzun bir yemek molası verdik ve nihayet Saklıkent’e vardık. Bu benim Saklıkent Kanyonu’na
kim bilir kaçıncı gelişimdi ama yine de zevkle, tahta köprüleri geçip, buz gibi suları ayaklarımız
buz keserek aştıktan sonra kanyon girişine ulaştık. Uzun süre birbirimizin yüzüne kerameti kendinden
menkul çamurları sürüp, çamurlarla oynadık. Bütün insanlar yüzlerine, gözlerine çamur sürmelerine
rağmen neden herkes bana bakıp korkulu gözlerle ya da kahkaha atarak bakıp geçiyordu? Fotoğraflara
bakana kadar sebebini anlamamıştım. Bakınca anladım; Tolkien Yüzüklerin Efendisi’ni yazarken
aklındaki Ork tanımı herhalde tam da benim o anki halimdi.
Artık yapılması gereken kanyonun
oldukça uzak ve zorlu bir yürüyüşle ulaşılan şelalesine doğru yürüyüşe geçmekti. Kanyona her
gelişimde yaptığım sıradan bir yürüyüş... Yorulana veya sıkılana kadar yürümek. Kızımın da benim de
bu tarz yürüyüşlere karşı özel bir ilgisi de varken bu yürüyüş kaçınılmazdı. Daha iki gün önce
bulduğumuz bakir ormanda yarım saat yürüyelim diye yola çıkıp, iki buçuk saat en yüksek noktasına
kadar çıkmadan pes etmememiz de bunun en yakın ispatıydı. (“Bakir orman” dediğimde Duru, “Yani
cinsel ilişkiye girmemiş mi?” diye beni dumura uğratmıştı.) Ama nedense daha yüz metre bile
yürümemiştik ki ben yürümek istemediğimi düşündüm. Geri dönmeyi ve Patara’ya gitmeyi teklif ettim.
Minik kuzum önce yürümek istediğini söylese de o da fazla direnmedi ve geri dönüp arabaya binip kısa
yoldan Patara yoluna girdik.
Yaklaşık 20 dakika sonra olacakları o sırada
bilmiyorduk.
***************
Yolda
daha birkaç kilometre gitmiştik ki, yol kenarında bir dişi köpek gördük. Açtı ve yemek arıyordu
belliydi. Hemen yanında durup, arabanın bagajındaki 15 kiloluk köpek mamasından (ki benim bir
köpeğim yok) bir torba dolusunu yanımıza alıp aç hayvanı beslemeye başladık. Hayvan doyamıyordu, o
kadar açtı ki... Ona yetecek kadar mamayı yanına bırakıp yola devam etmeye karar verdiğimizde ise
patisini poşetin içine sokup tüm poşeti istediğini bize açıkça gösterdi. Tüm poşeti ona bıraktık,
sevdik, iyi şanslar diledik ve yolumuza devam ettik. Duru hayvanı yolda bıraktığımız için biraz
üzgündü. “Ne olacak şimdi ona?” diye sordu. Ben ise, her ihtiyacı olan insan ve hayvanın tüm
sorumluluğunu üstümüze alamayacağımızı, elimizden geleni yaptıktan sonra onları kedi erklerine ve
yollarına teslim etmemiz gerektiğini anlattım basitçe. Hem bu verdiğimiz yemek sayesinde, köpekçik
en azından üç gün daha yaşam süresi kazanmış olacaktı. Bu süre içerisinde belki bir besin kaynağı,
belki bir sahip, belki de yaşam alanı bulabilecekti. Evet, ölme ihtimali de vardı ama elimizden
gelen buydu şu anda...
Tam kızıma bunları anlatırken, yolun kenarında bu sefer küçücük bir
yavru köpek gördüm. En fazla iki aylık kadardı. Ve titriyordu… Durup yanına gittik. Arka ayaklarının
üzerinde duramıyordu ve vücudunda hiç et kalmamış gibiydi. Sadece kemik ve deri... Allahım bu ne
çile... Verdiğimiz köpek mamasını midesine hiç çiğnemeden indirdi. Bu bebek burada bırakılamazdı
işte... Yaşama şansı sıfırdı. Midesini düşünerek yemeğini az az yemesini sağladıktan sonra arabaya,
yanımıza aldık. Ne yapacaktım ben bu yavruyu şimdi? Evimdeki kedilerim Yamuk ve Yumuk’un köpeği
kabul etmeleri düşük bir ihtimaldi ama yine de deneyecektim işte. Sonra ilanlar verecektim. Afili
fotoğraflarını çekip internette sahiplendirmeye çalışacaktım. Son çarem neydi onu tam bilmiyordum
bile, sadece aldım bebeği yanıma… Çok düşünülecek bir durum değildi. Hayvan hafiften kendine
geldiğinde, Duru arka koltuğa yanına geçti ve yavruyu severken vücudundaki keneleri fark etti. Yolda
iki köpeği daha besleyip Patara’ya geldiğimizde, ilk iş elimizle kenelerini temizledik bebeğin, daha
sonra da saatlerdir güneş altında kaldığı için biraz serinlemesi için hep beraber denize girdik.
Hayvanı denizde temizledikten sonra kumsala çıktık ve bu sefer de sıcak kumlardan faydalanarak
ısıtmak için uğraştık. Kumsalda, yöre insanı olduğu belli olan yaşlıca bir teyze ve torunları da
vardı. Teyze ayaklarını kuma sokmuş bizi seyrediyordu. Etraftaki insanlar da bu kadar bakımsız ve
kemikleri sayılan bir köpeğimiz olduğu için bize ayıplayan gözlerle bakıyorlardı. Yaklaşık 10 dakika
sonra teyze bize kendisinin de eskiden köpeği olduğunu ve iki sene önce köpekleri öldüğünden beri
yeni köpek almadıklarını, çünkü onun ölümünün onları çok üzdüğünü söyledi. Oysa kümeslerindeki
tavuklara saldıran tilkilerin eskiden, köpekleri varken kümese yaklaşamadıklarını da ekledi. Bu
yavruyu onlara verebileceğimi söyledim, “Kancıksa bakamayız, daha zor” dedi. “Eşime sormam lazım, o
artık köpek istemiyor” dedi. “Beraber gidelim ve eşine soralım” dedim. “Tamam” dedi. Zaten az ötede
oturuyorlardı. Yaklaşık bir saat sonra çok mütevazı evlerinin bahçesinde teyze, eşi ve iki kız
torunlarıyla birlikte oturuyorduk. Köpeği sevmişlerdi ve gerçi kancıktı(!) ama bu evde onun da
rızkının hep olacağını söylediler. Biraz büyüyünce bir görevi olacaktı sadece, tilkilere havlamak,
tavukları kollamak. Eski köpeklerinin tasması, kulübesi, her şeyi duruyordu. Tasma biraz büyük geldi
ama idare ederdi. Uzun uzun oturduk, sohbet ettik, arkadaş olduk, çay içtik, yedik... Aileyle ve
yavruyla vedalaşıp yola çıktık. Artık Patara sahilinin 100 metre ötesinde de iyi dostlarımız ve
geldiğimizde sevip oynayacağımız ıslak burunlu bir pati var, ne mutlu bize... Ne şanslı insanlarız
biz…
***************
Bugün
öğlen saatlerinden beri telefonumun şarjı olmadığından, akşam yemek yediğimiz yerde telefonu şarja
taktım. Telefonumu açtığımda kaldığımız pansiyondaki Ali Ağabey’in sesini duydum karşımda: “Haluk
neredesiniz, sizi çok merak ettik”, “Fethiye’deyiz abi. Akşam yemeği yiyoruz Duru ile. Hayırdır?”,
“Siz bugün Saklıkent Kanyon’a gidecektiniz ya”, “Eee”, “Kanyonda sel olmuş, bir kişi ölmüş, dokuz
kişi yaralı, 50-60 kişi mahsur kalmış, kurtarmaya çalışıyorlarmış”...
Biz kanyondan çıktıktan
yaklaşık 20 dakika sonra olmuş her şey...
“Yürüme bugün” diyen iç sesim miydi bizi selden
kurtaran, yemek poşetini bizden isteyen dişi köpek mi, yoksa bebek köpeğin “Ölüyorum, yardım edin”
çığlığı mı? Hiçbir şeyin tesadüf olmadığına inanan ben, buna kader mi demeliydim yoksa? Ne fark eder
ki?
***************
Gör
bebeğim, gör ne olur... Küçücük şeyleri gör. Yolda giderken yolun kenarına veya içine dikkatli bak.
Mucizeleri gör. Sen hiç korkma, hep yapman gerekenleri, elinden gelenleri yap. Gerisini hayat
halleder.