Kalksana, artık sabah oldu.
Başına
geleceklerden korktuğun için mi kalkmıyorsun, gün mü korkutuyor seni, aydınlık mı?
Kimse
anlamıyor mu seni, ama beni bir tek sen anlıyorsun... Kimse tutmuyor mu elinden, ama bak benimkini
bir tek sen tutuyorsun... Kimse görmüyor mu seni, ama bak beni bir tek sen görüyorsun... Sun,
dun...
Yenilmek mi korkutuyor yoksa. Yenilsene yahu bir şey olmaz, güzeldir yenilmek,
layıkıyla oynadıysan... Ben yenmekten daha çok korkarım galiba bazen, baksana
bana...
Neler
neler gelecek başına kimbilir.
Baksana bana örneğin, hiç hayal eder miydim sanıyorsun ki
yaşadıklarımı... Tahta sopamın kırılması olur sanıyordum en büyük hayal kırıklığım, yerini
dolduramadım o sopanın...
Öyle böyle bir sopa değildi o... Ha, dışarıdan bakınca diğer
insanlara bir tahta parçası gibi geliyordu. Ama benim en güzel oyuncağımdı 8-10 yaşlarım arası...
Boyu yaklaşık bir metre civarındaydı. Yirminci santimetre civarlarında doğal bir çentiği vardı.
Hayalperest bir erkek çocuğu için her şeye dönüşebiliyordu. Bonanza’yı seyrettikten sonra ondan iyi
tüfek yoktu örneğin. Süper bir kılıç da olabiliyordu, Sir Lancelot’unkinden. İstersem uçak, bazen de
yağız bir kısrak. Ne lazımsa oydu o. Hiç bir oyuncağa benzemezdi, bir taneydi. Her gün saatlerce
oynardım onunla. Bana bir o lazımdı, bir de Can Cin Cun...
Can Cin Cun... Ne zamandır adını
anmamıştım. O sopa ile ikisi birlikte mucizeler yaratıyorlardı. Can Cin Cun, içinde pamuklar olan
bir bez bebek. 40 santimetre boylarında, kafası, elleri ve ayakları plastik... Ablamın bizim eve
inen merdivenlerde elinde hediye paketi ile geldiğini şu an bile canlandırabiliyorum gözümün önünde.
Kapıyı açıp hediyenin bana olduğunu anladığımda nasıl da heyecanlanmıştım. Paketi açtım ve bana
bakıyordu işte Can Cin Cun...
Can Cin Cun da sopam gibiydi, neye ihtiyacım varsa o oluyordu.
Tommiks’in arkadaşı Konyakçı’da olabiliyordu, hain bir düşman da; Saylonlular’ın en korkuncu da
olabiliyordu, dudaklarından utanarak öpülmesi gereken güzel bir kadın da...
Sopam Can Cin
Cun’un kafasına kaç kere indi, yumruğum Çelik Bilek misali kaç kere çenesine yapıştı, midesine kaç
kılıç darbesi yedi, vücunda kaç kurşun yarası aldı bilemiyorum. Hatta bazen hayalimdeki en müstehcen
sahne olabilen bir kadını öpebilme sahnesi kaç kere Can Cin Cun’un plastik dudaklarında gerçekleşti.
İlk yendiğim düşman Can Cin Cun’du, ilk yumruğumu da ona attım, ilk öptüğüm kadın yine o.
Her
şeyim tamdı. Can Cin Cun ve sopam tüm hayallerimi gerçekleştirmemi sağlıyorlardı. Yeterlilerdi,
mükemmeldi bu ve başka bir oyuncağa ihtiyacım yoktu...
İki seneden fazla süre oynadık beraber. Ama benim hoyratlığımdan
yoruldu Can Cin Cun... Kumaşları parçalandı önce, annem dikti... Yine parçalandı, yine dikti, yine
yine yine... İki sene kadar sonra artık Can Cin Cun lime limeydi ve en sonunda artık dikiş atacak
kumaş kenarı kalmadı. Kafası bedeninden yana doğru sarkıyordu artık. Gövdesinden dışarı çıkan
pamukları ellerimle ben içeri tıkıyordum, onlar birazdan yine dışarı çıkıyorlardı, ayaklarının
tekini küçücük bir bez parçası tutuyordu. Benden habersiz bir gün çöpe atıldı... Ağladım...
O
sıralarda sopam da kırıldı. Yapıştırmayı denedim ama henüz bizim eve Japon yapıştırıcısı girmemişti.
Yerine bir sürü tahta denedim. Hiç biri olamıyordu. Ya çentiği yoktu, ya yeri tutmuyordu, ya
kalınlığı farklıydı ya da dokusu... Bir daha hayatımda hiçbir sopa ile o şekilde
oynamadım...
Bomboş hissetmiştim. Dolmuyordu yerleri işte. Hiç bir bebek Can Cin Cun gibi
değildi, hiç bir tahta da benim sopama benzemiyordu.
Tammış gibi hissedersin bazen yaşamı, yaş 8 ya da 38 farketmez.
Hiç boşluğu yokmuş gibi, dopdolu... Sonra hayal kırıklıkları yaşarsın, kayıplar, yalnızlıklar...
Bomboş... Sonra yine tam hissedersin, sonra yine...
Neler neler gelecek başına,
kimbilir.
Belki, sana “Gelme” diyecek, “Ben seni severim yoksa”; geleceksin... “Gitme” diyecek, “Seni seviyorum”;
gideceksin...
Özleyeceksin,
aramayacaksın. Arayacaksın, anlatamayacaksın seni anlayana seni...
Bu bile
olabilecek...