Bu haftaki yazımın konusu insanlık hallerimiz ve limitlerimiz. Limitlerimiz bizi keşif yolculuğunda ele veriyor. Kendini adım adım tanırken, ipin ucunu yakalayıp fark edersen, yumak iyice çözülüp seni kendine döndürüyor. Hep diyorum ya, bir süre sonra hayatın kendisi yoga. Öğrencilerime derslerde aktardığım bir cümle geldi aklıma. Paul Grilley’in insan hallerine dair güzel bir tanımlaması var. Bireyler ikiye ayrılıyor: 1-Kara Şövalye’ler, 2- Panda’lar...
“Yoga yapmak, daha fazla esnek olmak veya derslerde en zor hareketleri yapan en güçlü kişi olmak değil”; bunu öğrenmem zaman aldı. Ama bugün bunun ne kadar gerçek olduğunu biliyorum. Asanalar (yoga duruşları), bedenimizle daha fazla temasta olmak ve zihni sakinleştirmek için bir araç sadece. Her gün aynı mıyız? Her gün farklı hissettiğinizi zaten siz biliyorsunuz. Onun için hayatın içinde de aynı yoga yaparak, sürece teslim olmak, sınırlarımızı bilmek, aşırı yük almamak, taşıyacağımız kadar sorumluluk almak bence en sağlıklısı. Bunun için de kim olduğumuzla ve ne olduğumuzla da yakınlaşmak gerekiyor. Çünkü beden, zihin ve ruh bir bütünlük içindeler. Açıkçası ben de kara şövalye ruhumu dinleyip, konuşup, anlaşmaya karar verince işler yoluna girdi gibi gözüküyor. Kendimi iyileştirip, eğitme yolunda, iç sesimin sessiz tanığıyım ben. Kara şövalye ruhumu Panda ruhuma teslim etmek yerine, ikisinin arasında bir yol bulup dengede kalmak, bana daha anlamlı ve daha huzurlu geliyor. Derslerde tanıklık ettiğim her beden, kendimi de görmemi sağlıyor. Her gün yeni bir şey öğreniyorum, kendime ve insana dair.
İnanın ki, yüzlerce okuduğum kitap, bana bu insanlık hallerimizi, derinleşmeyi, anlamayı, kendi içine yolculuğu bu kadar açıklayıcı öğretemez. Kendi adıma, mesleğime duyduğum aşkla, aldığım her nefesin uyandırdığı hisler için her can’a minnettarım. Kendimi geliştirip, daha derin çözülmelerimi, farkındalığımın ruhumdaki şifasını kelimelerle ifade etmem mümkün değil. Hani ağzınızda erittiğiniz çikolatanın o bitmeyen lezzeti gibi.
KARA ŞÖVALYELER
Yin derslerimizde Kara Şövalyeler dediğimiz öğrenci grupları, duruşa geçtiğinde, duruşun en uç noktasına kadar giden hani balıklama dibine kadar dalmak gibi… (Bedensel acıyı hat safhada yaşamak isteyenler, daha diyenler!)
Kara Şövalyeler omuzlarını nasıl kastıklarının, dişlerini nasıl sıktıklarının, bütün bedensel gerginliklerinin dışa taştığına aldırış etmeden, farkındalıktan uzak, duruşun içindeler. Besbelli ki, onlar hayatın içinde de zoru seviyorlar. Biz burada sadece onların, o ana tanıklık etmesini gösteriyoruz. Zaten öyleler. Zorlamak, hayatta da zorlamayı getiriyor arkadaşlar. Bunu sizler de biliyorsunuz. Neyi zorla yaptırmaya çalışsak, hayat bize başka bir zorluk sunuyor.
PANDALAR…
Gelelim Pandacılar’a; onlar duruşa girmekle girmemek arasında kalanlar. Sınırlarını bile fark etmeyen, içsel korkularıyla yüzleşemeyenler. İnanamayacaksınız belki ama, yanlarına gidip bedenlerine biraz el teması yaptığımda, mesela; yavaşça sırtlarına dokunduğumda; yerlere kadar eğilen o muhteşem bedenlerin sadece güvenli bir el arayışlarını, bir dokunuşla, açılıp derinleşmelerine rehberlik ediyorum. Aynı hayatın içindeki gibi… Bazen yakınlarımıza, ailemize, arkadaşlarımıza, “Haydi” deyip omuz verdiğimiz gibi…
Mükemmeliyetçiliğimiz, çocukken aldığımız terbiye, iyi kız, sevimli-cici çocuk ol baskısı; hep yüksek not al, arkadaşından geri kalma, bu çok ayıp, bu yasak, vs. denilerek büyümelerimiz... Sonra, kadınlık kimliği ile ilgili utançlarımız, ergenlikte büyüyen göğüslerimizi saklamamız, cinselliğimizden utanmamız...
Bütün bunların bir soğanın halkaları gibi kat be kat içine girildikçe, her katın altından gizlice çıkan, tanıdık duygumuzu azat edip, yüzleşme cesaretiyle teslim olanın zihin değil, kalp olduğunu görmemiz, insanı yeni doğmuş bir bebek gibi çıplak, saf, parlak ve özgür kılıyor. Aslında çok da keyifli bir tanıklık.
Ben de bir zamanlar kara şövalyeydim, ta ki kendimi anlayana, görene kadar. (Daha da yol var.) Şimdi, “Tamam, dur bir dakika” deyip, üzerime taşıyabileceğim kadar yük alıyorum. Hayatın içinde varım, sonuna kadar, mücadeleye devam, hayallerim var ve hiç bitmeyecek.
HAYATI KONTROL ETME ÇABAMIZ…
Hayatta hiçbir şey bizim kontrolümüzde değilmiş, bırakmak ve kabul etmek gerekiyor. Önce çocuklarımızla başlayan bu kontrol mekanizması, tabii ki onları korumak adına… Burada yanlış hiçbir şey yok, ergenlik, erişkin, hatta koskoca adam ve kadınlara dönüştüğümüzde de devam ediyor kontrol saplantımız. Sonra ailemiz, arkadaşlarımız ve işimiz… Kısır bir döngü ve sonuçta bir bakıyorsun ki, sen aşırı kontrol altına aldıkça iş çığırından çıkıyor ve aslında her şey de olacağına varıyor.
Sizlere açıkça itiraf etmeliyim ki; “Bu benim kontrolümde değilmiş”i yaşayarak öğrenmem gerektiğinin bir sebebi olduğunu da anlamam zaman aldı. Bu uyarı bana birkaç kez aralıklarla geldi. Bir geldi anlamadım, iki geldi anlamakla kabullenmek arasında kalakaldım. Üçüncü uyarı, hastalık olarak geldiğinde, “Neden ben?” diye sormamayı da kabullendim. Yaşadığım her şeyin benim gelişimim ve ruhsal tekamülüm için olduğunu artık biliyorum.
1. Önce kabul ettim (İnkar yok).
2. Teslim oldum (İsyan yok, neden benim başıma geldi demek yok).
Evet, ölümün kol gezdiği dünyada baktım ki hiçbir şey kitaplarda anlatılan kadar kolay değil. Tüm yaşadıklarım gelip geçici. Tutunmalarım, çabalarım, mükemmeliyetçiliğim her şey nafile. Hiçbir şey benim kontrolümde değilmiş. Hani, “Bir başkasının başına gelen benim de başıma gelebilir”i öğrenmem için yeni deneyimlerden geçmem gerekiyormuş. Belki de dönüşüm için, katalizör olacak sorular sormak kendine, gelişmek, güçlenmek, yeniye yer açmak için… İçimde taşıdığım savaşçı ruhumun, zor dönemler için kalkanlarını açıp, kılıçlarını kuşanmasını miğferini takmasını izledim.
Bu hafta ruhum, bu ana duyduğu sizlerle paylaşmak istedi. Vardır elbet bir sebebi... Okuyan her Can’a şifa olsun, güç olsun.
Tüm evrene,
Sahip olduğum her şeye,
Özlemlerimle yaşadığım acının öğretisine,
Bana deneyimler sunarken, beni koruyan ve bilgilendiren
Tanrıma…
Ruhumun şu sıralar,
Salıncakta sallanır gibi huzuruna
Minnettarım, şükrediyorum.
Yıldız yağmurları ile birlikte yıkanalım…
Sevgilerimle…