Peter Salovey ve John Mayer, 1990'da Duygusal Zekâyı şöyle
açıklarlar: "Bir kişinin kendi ya da başkalarının hislerini ve duygularını yansıtabilme, onları
ayırt edebilme ve kişinin düşüncesi ve eyleminde bu bilginin kullanılmasıdır." Bu kavramı Ay
gezegeninin astrolojik karşılığıyla ilişkilendirecek olursak dişil yanımıza, duygularımıza,
bilinçaltımıza, annemizle gerçekleştirdiğimiz ya da gerçekleştiremediğimiz bağlanmaya, 0- 4 yaş
deneyimimize, bağlantılı olarak ilişki kurma yeteneğimize, değişken ruh hâllerimize, neye
çekildiğimize, nelere nasıl tepki gösterdiğimize, duygusal güvenlik ihtiyacımıza gidebiliriz.
Annemizle kurduğumuz ilişki, Tanrıyla, özümüzle ve yaşamla kurduğumuz ilişkinin temeli
olabilir mi? Belki burada, herkesin Tanrı yaklaşımının benzer kimi görüşlerde birleşilse de
birbirinden çok farklı kelimelerle ifade edildiği gerçeğini düşünebiliriz ve bu kelimeler, içinde
doğamıza dair önemli sırlar barındırıyor olabilir. Seçtiğimiz kelimelerin duygularımız, iç
dünyamızın derinlikleriyle ilgili olduğunun yadsınamaz bir gerçekliği konusunda bana hak
vereceğinizi düşünüyorum.
Jung’un ‘’iyi olan, bakıp büyüten, taşıyan, büyüme, bereket ve
besin sağlayan’’ olarak genişlettiği arşetip, baktığınızda, size de Tanrıdan insan için yapması
beklenene oldukça yakın değil mi? Hemen bir türkü sözü geliyor aklıma:
‘’Rızkı (besin) veren
Hüdadır (Tanrı) kula minnet eylemem.’’
Bu durumda bu kavramın ilahi boyutuna bizi götüren
Tanrıça kavramını inceleyerek devam edelim ve anne arşetipinin bu kavramla yakın ilişkide olduğunu
düşünebileceğimiz karşılıklarını hatırlayalım:
*Tanrıça- Tanrı’nın anası
*Kurtuluş
arzusunun hedefi,
*Kilise, üniversite
*Kader tanrıçaları,
*Cadı,
*Mezar, tabut, derin
su, ölüm, kâbus ve umacı (küçük çocukları korkutmak için uydurulmuş, korkunç bir biçimi olduğu
düşünülen düşsel yaratık)
Tanrıyla kurulan ilişki, onu koyduğumuz yer, onun karşısında
olduğumuz yer, onunla kurduğumuz ilişki, doğamızın sırlarını ele veriyor. Bizden daha güçlü olanın
koruması, arkamızda oluşu, bizi onaylaması, onun onaylayacağını düşündüğümüz şeyleri yapmaya
çalışmamız, bambaşka bir yazı konusu olabilir. Ben burada şimdilik bazı detaylara dikkat çekmek
istiyorum ve sadece sesli düşünüyorum.
Derinde bir yerde Tanrı olma arzusu taşıyor olabilir
miyiz? Bu soru ilk seferinde, ürkütücü bir etki yaratabilir; bununla birlikte birçok ritüel
düşünüldüğünde, söz gelimi onun güzel isimleri, ona ait özelliklerdir ve zikirlerle, biz de bu
özellikleri kazanmaya çalışırız. Bu asla doğrudan o olmak değil, ona yaklaşmaktır, bu ayrımı göz
ardı etmediğimden emin olabilirsiniz. Belki asıl vurgulamam gereken bahsettiğim Tanrı’nın, bizim
zihnimizdeki Tanrı olduğu gerçeğidir. Gerçekte olan, bu ve birçok yazı konusunu aşacaktır ki oraya
girmeye kalkışmak, yapma dileğinde olduğum şeyin çok dışındadır. Şuraya gelmek istiyorum, en
yüksekte olan Tanrı düşüncemizin, yani ulaşmaya, yaklaşmaya çalıştığımız Tanrı düşüncemizin, ya bir
annesi varsa?
Bu durumda, bu soruları insanın binlerce yıllık düşünsel evrimine sorduğumuzun
farkında olarak, başka sorular sormak gerekir. Bizim Tanrı düşüncemiz, ne zaman annesine sırt
çevirdi? Kutsal olan anne, ne zaman babaya dönüştü? Tanrı düşüncemizin, annesiyle arasının
bozulmasına sebep olan neydi? Bu sorular bizi, anne karşısında kendimizi tamamen savunmasız
hissettiğimiz zamana götürebilir. Anne karşısında, kadın karşısında savunmasız kaldığımız bu dönem,
bizde nasıl bir duygu uyandırmış olmalı ki ruhumuzun ve bilgeliğin evi olarak gördüğümüz anne
(sinagog, kilise, cami ve üniversite), kurtuluşumuzun ve kaderimizin ifadesi iken, cadıya, mezara,
tabuta, ölüme, kâbusa ve umacıya dönüşmüştür? Ben aslında bu kavramların iki ayrı kutup hâline
dönüşmüş olmalarının üzerinde duruyorum. Bu bana şöyle bir şey düşündürüyor: İnsan, bilinçdışının,
bilinmeyenin, gizemli olanın, karanlığın üzerindeki etkisinden ürkmüş, ondan soyunmaya çalışmış,
mutlak egemenlik arzusu içine girmiştir ve öngörülemez bir doğaya sahip annesini yâni Tanrıçayı
öldürmüş (ya da kenara itmiş) yerine sınırları net, ödülleri ve cezaları kolaylıkla anlaşılabilir
bir Tanrı düşüncesini yerleştirmiştir. Tam da bu sebeple öngörülemez dişi doğasının koruyucu ve
besleyici gücü devre dışı kalmıştır.
Tarihsel sürece şöyle bir baktığımızda, anaerkil
bir dönemden ataerkil bir döneme geçilmiş ve gücü uzun bir zaman elinde tutmuş olan anneye küsülmüş,
en azından bu anne biraz daha kenara itilmiş gibi görünüyor. Bununla ilgili olarak halının altına
süpürülenler bugün ortaya çıkmaya başlıyorsa, bu zaman kıyam (ayağa kalkış) zamanı denilen, uyanış
zamanıysa, küsler barışıyor, karmalar temizleniyorsa, biz insanlık ailesi olarak annemizle barışacak
mıyız? Bu ruhumuzun kanatlarının açılması, tekrar o koruyucu ve besleyici doğaya kavuşulması, rahmin
ve karşılığı olan yaşam enerjisinin tekrar yaşamımıza çekilmesi anlamına mı geliyor?
Jung bu
kavramı genişletmeye ‘’sihirli dönüşüm ve yeniden doğuş yeri’’ ve ‘’yararlı içgüdü ya da itki’’
olarak devam ediyor. Bu bizi tekrar kişisel bilinçdışımız, kişisel yolculuğumuz hakkında düşünmeye
götürüyor. Duygusal zekâ demiştik ve buradan annemize, bağlanmaya gitmiştik. Aile dizimi, aile
danışmanlığı gibi alanların tarihi eskiye dayanmıyor. Bu dönemde bu denli revaçta olmaları, tam da
yukarıda bahsi geçen sebeplerle olabilir mi?
Yuvayı dişi kuş yapar ya da her başarılı
erkeğin ardında bir kadın vardır atasözünü hatırlayalım. Başka bir deyişle, barınma ihtiyacımızı
karşılayan evimiz, dişil yanımızla (dişi kuş) kurduğumuz ilişkiyle, yani duygu dünyamıza uyum
sağlayabilmemizle huzurlu bir yer (yuva) olur ya da başarılı insanlar, eril yanıyla (erkek) dişil
yanı (kadın) arasında yâni aklı ve duyguları arasında uzlaşma sağlayabilmiş olanlardır.
O
mevsimlerin yöneticisi, doğanın, bereketin, doğan günün, gecenin üzerimize örttüğü yıldızlardan
yorganın, gecenin ışığı olarak bizi gözeten ve koruyan Ayın karşılığı olan Tanrıça, nasıl yavaş
yavaş kaybolmuş ve ‘’gizli, saklı, karanlık olan, uçurum, ölüler dünyası, yutan, baştan çıkaran ve
zehirleyen, korku uyandıran ve kaçınılmaz olan’’ gibi özellikler kazanmıştır? Ya da bu hep böyle
miydi? O aslında her iki özelliğe de sahip miydi? İnsanlık bu ikilik ile daha mı barışıktı? Karanlık
kimseyi korkutmuyor muydu? Şeytana atfedilen özellikler ile Tanrıça- Tanrıya atfedilen özellikler
bir tek bedende nefes alabiliyor muydu? Kötüden arındırıp bizi salt iyi bir varlık hâline getirmeye
çalışan bilinç, bizi kendi gerçekliğimize mi yabancılaştırdı? Bastırılan, yok sayılan öteki, bunun
intikamını bizden yaşattığı patlamalarla mı aldı?
Kimse yaşamı boyunca sadece gurur duyacağı
şeyler yapmaz. Herkesin pişmanlıkları vardır. Hata yapılır ve bu bir şey fark ettirir ve telâfi
yoluna gidilir. Büyük bir hataysa yasaların gerektirdiği şekilde cezası çekilir. Bu da bir son
değil, bir süreçtir. Yine de değişmeyecek gerçek şudur ki içimizde iyiye olan kadar kötüye de meyil
vardır. Bu meylin derinine inmek yerine o yokmuş gibi davranmaya çalışmak, bunu ‘’bastırma’’
anlamına gelir ve bu sonrasında bambaşka bir şeye dönüşerek bizden onu yok saymanın acısını
çıkartır.
İyi de kötü de bir sebeple kendini gösterir. Korkularımız, yoksunluklarımız,
cevabını bulamadıklarımız, anlayamadıklarımız, canımızı yakanlar bizi içimizdeki kötüye
yöneltebilir. Çözüm, bu kötüyü cezalandırmak çözüm değil, bizi ona yönelteni anlamak, ona kulak
vermek, ihtiyaçlarının farkına varmak ve bunları nasıl karşılayabileceğimizi bulmaktır. Sesini
duymadıklarımız, kenara ittiklerimiz, yarın korktuklarımız ve kaçtıklarımıza
dönüşür.
Sokaklarda yaşamasına ya da yaşayamamasına izin verdiğimiz çocuklar, yoksulluk
içinde yaşamasına ya da yaşayamamasına duyarsız kaldığımız insanlar, yiyecek bulamayan hayvanlar,
varlığını sürdürmesine izin vermediğimiz doğa, eninde sonunda korktuklarımız ve kaçtıklarımıza
dönüşecektir. Yılanın başını küçükken ezeceksin ya da uyuyan yılanı uyandırma gibi sözler bu
bağlamda sarf edilmiş olabilir mi?
Jung, seven anne ve korkunç anne olmak üzere iki
anneden söz ediyor. Bu ikisinin ayrımını duygularımızı gördüğümüz, onlara kulak verdiğimiz, onları
anlamaya çalıştığımız ya da onları yok saydığımız, bastırdığımız, görmezden geldiğimiz iki durumun
sonuçları olarak yapabiliriz diye düşünüyorum. Bahsi geçen ikiliğe Meryem’in İsa’nın yalnızca annesi
değil, aynı zamanda çarmıha gerildiği haç olmasını verebiliriz. Haç sembolik olarak, dünya sınavını
anlatır. Bu durumda, anne aynı zamanda sınavımız, bizim gece (bilinçdışı) yolculuğumuz; ruhumuzun
derinliklerinde kanat çırpışımız ya da çırpamayışımız oluyor.
Tanrı her şeyi kapsar. Bu
durumda o salt iyi değildir, kötü ve iyinin toplamıdır. Sadece onda kötü ve iyi dengededir. Onun
iyisi kötüsüyle, kötüsü iyisiyle uyum içindedir. Birbirlerini yok saymazlar, görürler ve buna göre
hareket ederler. Bu bağlamda Hindistan’da zıt özelliklere sahip Dört Kollu Tanrıça Kali’yi (Tanrıça
ve dört kol bize Meryem ve haçı düşündürebilir.), evreni oluşturan elementlerin incelenmesiyle
ilgili olan Sâmkhya felsefesindeki Prakriti’yi (madde âlemi, dişi prensip) örnek verebiliriz.
Prakriti’nin üç temel özelliği, bakıp büyüten- besleyen iyilikle, arzu dolu duygusallıkla ve
yeraltına özgü karanlıkla ilgili olmasıdır. Buna benzer bir üçleme Yunan mitolojisinde de karşımıza
çıkar. Artemis bakire kadın, Selene anne kadın, Hekate bilge koca karıdır. Bu durumda bakirelik,
aslında saflık ve temizlik, bakıp büyüten- besleyen iyilikle, anne kadın arzu dolu duygusallıkla,
bilge koca karı yeraltına özgü karanlıkla ilişkilendirilebilir. Burada gördüğümüz büyüyen ay fazı,
dolunay ve küçülen ay fazı olmak üzere Ayın üç hâlidir. Bu gençlik, çocuk sahibi olmak ve
yaşlanmakla ilgili değil, insanın ruhsal yolculuğuyla ilgilidir.
Bir şeye hazırlanırız, onun
için hazır olduğumuzda bir adım atarız, artık o içselleşiyor, içimizde olgunlaşıyordur ve bu aslında
yeni bir şeye hazırlanmaktır; çünkü küçülen ay fazından tekrar büyüyen ay fazına geçilir. Bunu
bildiğimizde o an olan ve olmayan bizi ürkütmez, nasıl olsa bu yolculuğun bir sonu yoktur. Bu
bağlamı duygusal zekâyla ilişkilendirebileceğimizi düşünüyorum.
Prakrti'ye geri dönecek
olursak Jung, onun, "ayrım yapan bilgi"yi Purusha'ya (mana âlemi, eril prensip) anımsatmak amacıyla
önünde dans etmesinin, anne arşetipinin değil, anima arşetipinin (bir erkeğin bilinç dışı kadın
tarafı) kapsamına girdiğini belirterek anima arşetipinin, erkek psikolojisinde annenin imgesiyle
başta iç içe olduğunu belirtiyor. Bu başka bir kapıyı aralıyor. Büyüyecek olan erkeğin, kadından,
onu büyütmekle içgüdüsel olarak yükümlü annesinden gördüğü ya da göremediği destek ve bunun muhtemel
yansımaları ki bu başka bir yazımızın konusu olacaktır.
Kant'ın "karanlık tasavvurlar
âlemindeki hazine" dediği anne arşetipine, ‘’insan ruhunun en yüce değerleri arasında’’ diyen Jung,
yansıtmaları çözerek, içeriklerini istemeden kaybeden bireye geri vermenin değerini vurgulamıştır.
Bu durumda, daha önce sahip olmadığımız bir şeye değil, sahip olduğumuz hâlde, bunun farkında
olmadığımız bir şeye kavuşmuş oluyoruz ve bu şey, dışarıda değil, içimizde bir yerlerde, bunu
bekliyor.
Tam olmanın peşindeyiz. Eksikliğini hissettiğimiz şey bizi, kaderimize çağırıyor.
Bu noktada belki, şunu sormamız gerekiyor: Kurtuluşumuza mı gidiyoruz yoksa kurtuluş olduğuna
inandığımız bir yalanı paçasından yakalamış, ne yaptığımızı bilmezcesine sürükleniyor
muyuz?
İnsan ruhu uçsuz bucaksız bir okyanus ve orada sandığımızdan çok daha fazlasının
olduğunu anlamamak mümkün değil. Belki her şey, bizim için her şeyin başladığını düşünebileceğimiz
yerde, annemizin rahminde başlıyor. Bu rahmin insanlık için de bir karşılığı olsa gerek. Bu bizi
düşünsel evrim konusunda biraz daha düşünmeye çağırıyor. Fiziksel bir doğum yaşamış olsak da dokuz
ay alıştığımız o güvenli yerden sökülüp alınmamızla yaşadığımız şokun etkisiyle, bizim hâlâ
kendimizi orada sanmamız ve bir doğum zarının duvarlarını yumrukluyor olmamız muhtemel! Buradan
nasıl çıkabiliriz? İşte bu kısmı anlamak, yaşamın bize verdiği sorumluluk!
Sosyolog ve
Astrolojik Danışman
Hüseyin Akdağ
Kaynakça:
Dört Arketip, Carl Gustav
Jung
Astrolojinin Anahtar Sözcükleri, Hajo Banzhaff& Anna Haebler
tr.wikipedia.org
|