Biz anne ve babaların çoğu zaman çocuklarımızdan çok fazla şey talep ettiğini hiç düşündünüz mü? Onların sahibi gibi davrandığımızı, asistanlık etmek yerine haddimizi aşarak sürekli birşeyler buyurduğumuzu... Çocuklarımıza doğal ve mahrem alanlar bırakmadığımızı, bir nevi onları sakatladığımızı... Tabii, eğitimcilerin ve toplumun da tıpkı biz ebeveynler gibi çocuklara “iyi niyetle ve iyi yetiştirmek üzere” her şeyi buyurduklarını ve onları belli bir kalıba sokmak üzere davrandıklarını, düşündünüz mü hiç... Bir an için, “Eeee, ne var bunda?” diyebilirsiniz, çünkü hemen hepimiz yaklaşık böyle büyütüldük.
Fakat böyle büyütülmek sonucunda, çocukların kendileriyle olan içsel bağlarının ne yazık ki 5 yaş civarında koptuğunu, kendileri olmaktan daha 5 yaşında vazgeçtiklerini... Ve kendisiyle bağı kopan bir bireyin de yaşam boyu bir makina tadında ruhsuz ve mutsuz yaşamak zorunda kaldığını, biliyor musunuz?..
Tam da bu noktada, konuya Robin Sharma “Koza Kelebeği Bilmez” adlı kitabındaki şu satırlara dikkatinizi çekerek yön vermek istiyorum:
“İnsanlar büyüme ve yetişkinliğe ulaşma döneminde kaybettikleri o parlak, o harikulade yanlarını geri istiyorlar. Doğduğun anda hiçbir korkun yoktu. Doğum anında mutlak kusursuzluk halindeydin. Çocuklar bize, gerekli dersleri öğrenmemiz için yetişkinlerden çok daha ileri bir düzeyde geliyorlar. Aslında birçok bakımdan çocuklar bizim öğretmenimiz. Sandığımızdan çok daha çok şey biliyorlar. Bebekken hepimiz kusursuzuz. Dünyayı yaratan güçle hala bağımız var. Yaşımız ilerlemeye başladıkça, çevremizdeki dünyadan birtakım korkular toplayıp benimsiyoruz. Bozuluyoruz. Anne babamızın bizi sevmesini, bize hayran olmasını istiyoruz. Bu yüzden onları örnek alıyor, onların korkularını, sınırlayıcı inançlarını ve yanlış varsayımlarını benimseyip, daha çok onlara benzemeye çalışıyoruz. Şu anda olduğun kişi gerçekte olduğun kişi değil. Daha çok bu dünyada yaşadığın için dönüştüğün kişi. Çevrendeki dünyadan çekip aldığın bütün o korkuları temizlemek için geri dönmen, tüm korkularının kaynağını bulup çıkarman gerek.”
ANNELİK SANATTIR!
Çocukluk yıllarımızı hatırlayınca, “Ne güzeldir çocuk olmak” diye iç geçirişimiz boşuna değil anlayacağınız. Çocukluk saf, temiz, sınırsız ve korkusuz olduğumuz; belki de varoluşumuzu tam olarak, doğallıkla ifade edebildiğimiz yegane dönem. Sonra öğrendiklerimizle, sevilmek-uyum sağlamak-başarı adına kendimizden küçük küçük vazgeçmeye başlıyoruz. Oysa, biz ebeveynler ve tabii ki eğitimciler bu farkındalığa sahip olursak, bizim çocuklarımız hem kendileriyle hem de toplumsal hayatla barışık, doğallıkla varoluşlarını ifade edebilen, mutlu bireyler olabilirler.
Bakınız, Doğu felsefesinin üstadlarından Osho, “Çocuk tohumdur, çocuk insanın babasıdır” diyerek, çok önemli bir noktaya dikkat çekiyor: “Her çocuk anne babalar tarafından, toplum tarafından, öğretmenler tarafından, din adamları tarafından örtülüyor. Pek çok koşullanma katmanı tarafından örtülüyor. Oysa, bu çocuğun seçimi değildir.”
Osho’nun “Çocuk” adlı kitabında, çocuklarımıza asistanlık ederken bizlere önerileri de bir hayli çarpıcı. Şöyle ki: “Annelik büyük bir sanattır; onu öğrenmek zorundasın. İlk önce çocuğa seninmiş gibi davranma, asla çocuğa sahip olma. O senin aracılığınla gelir ama senin değildir. Tanrı seni sadece bir araç, bir kanal olarak kullanmıştır. Ama çocuk senin malın değildir. Sev ama asla çocuğa sahip olma. Çünkü sadece bir nesneye sahip olunabilir; asla bir kimseye değil. Bu ilk derstir; buna hazırlıklı ol.
ÇOCUĞA SAYGI GÖSTER! |
|