9 yaşındaki kızım Duru, bir sosyal faaliyet canavarı… Sanatın hemen her dalını seviyor, uygulamak istiyor. 3 yıldan beri de okul korosuna seçiliyor. Her Pazartesi günü, okuldan sonra koroda görevli öğrenciler, 1,5 saat daha okulda kalıyorlar ve müzik öğretmenleriyle birlikte çalışıyorlar. Geçtiğimiz hafta 25-27 Mayıs tarihlerinde Ankara’da düzenlenen 16. Türkiye Polifonik Korolor Şenliği’ne katıldılar.
Duru’yu bu 3 günlük geziye göndermek konusunda önce bir tereddüt ettik; ne de olsa henüz 9 yaşında bir çocuk ve bugüne kadar ya babası ya da ben yanındayken seyahat etti; daha doğrusu ilk kez geçen yaz ben yanlarında olmadan baba-kız 1 hafta tatil yaptılar. Üstelik okul gezisinin tüm masrafları da öğrenciye aitti. Önce bir garipsedik doğrusu, “Görevli olarak git, bir de üstüne para ver” diye düşündük. Türkiye’de yaşadığımızı yine unuttuk galiba… Sonunda, 3 yıldır emek verdiği korosuyla bu geziye katılmak, eğer kendisi de istiyorsa yavrunun en doğal hakkı, dedik…
“KAL” GEÇİRMEK NEYMİŞ…
Uzun lafın kısası, Duru 25 Mayıs Çarşamba sabahı 52 koro arkadaşı, 5 müzik öğretmeni ve 2 rehber ile birlikte sabah saat 5.30’da okulunun önünden otobüse binerek Ankara’ya yola çıktı. Biz veliler için her şey o aşamaya kadar normal ve kabul edilebilir gözüküyordu. Ama otobüs kalkıp da ilerlemeye başlayınca arkalarından bakakaldık. “Kal” geçirmek, işte böyle oluyormuş anladık. Çocuklarımız gidiyordu… Abarttığımı düşünenleriniz olabilir, ama insan bir garip hissediyor… Tüylerimiz diken diken, dokunsanız ağlayacak kıvamdayız… Birkaç dakika içinde kendimizi toparladık tabii, görev beklemez…
Duru’nun sınıfından 6 öğrenci koroda görevliydi ve 6 öğrencinin 9 velisi olarak derhal Ankara yollarına düşmüştük bile… “Çocukların kaldığı otelde kalmazsanız seviniriz”, demişti okul yönetimi… Ben çok eski arkadaşlarım olan Aydın ve Filiz’de kalacak, 6 yaşındaki ikiz çocukları Deniz ve Bulut’la da zaman geçirme şansını yakalayacaktım. Ankara’da 3 gün boyunca Duru’nun peşinde gölge olmaya hiç niyetim yoktu doğrusu! Bir tek, ilk gün Anıtkabir’de özel devlet törenine katılarak Atatürk’ü ziyaret etmek istiyordum, bir de tabii ki perşembe akşamı okul koromuzu sahnede izlemek, kızıma, arkadaşlarına ve öğretmenlerine destek olmayı arzu ediyordum.
İLK CEP TELEFONU KULLANIŞI…
Ben ve babası, yola çıkmadan önce Duru ile konuştuk, “Sana güveniyoruz, öğretmenlerine de aynı şekilde, kendine dikkat et, öğretmenlerinin sözünden çıkma, tadını çıkar” dedik… Ben eski cep telefonuma hat alarak, Duru’nun yanına vermeyi de ihmal etmedim; 53 çocuğun sorumluluğunu alan öğretmenleriyle haberleşmeye çalışmaktansa, Duru ile haberleşmek daha makul geldi. Üstelik onun da kendisini iyi hissetmesini sağladı. İlk gün sık sık mesaj attı bize… “Şimdi Bolu Dağı’ndan geçiyoruz”, “Şimdi mola verdik”, “Anneciğim Anıtkabir’deki törene geleceksin, değil mi?...” Sağ olsun, okul da biz velileri sms mesajlarıyla bilgilendirdi…
Aslında bu tarz deneyimler çocuklar için de ebeveynler için de, hatta okul için de bir büyüme sınavıydı; ilişkinizin bilmediğiniz yönlerini görebilmek, kendinizi ve çocuğunuzu daha iyi tanıyabilmek için bir fırsat… Bu fırsatı iyi değerlendirmeye doğrusu özen gösterdim; örneğin, telefonla arayarak bile Duru’yu rahatsız etmek istemedim, o istediğinde, ihtiyaç duyduğunda beni aradı… Ne de olsa kuzucuğum oraya bir görev için gitmişti… Ne de olsa hem öğrenciler, hem de öğretmenler stres altındaydı… 53 çocuğun 3 gün boyunca sorumluluğunu almak, üstüne üstlük üniversite, lise ve konservatuarların katıldığı bir Şenlik’te boy göstermek kolay değildi…
“ANITKABİR’DEN ÇIKIN!”
Anıtkabir’deki törene katılmam için arkadaşlarım Aydın ve Filiz beni Anıtkabir’in arka kapısına kadar bıraktılar. Yarım saatten fazla vaktim bile vardı. Fakat, Anıtkabir’in arka kapısına geldiğimde nasıl bir yağmur yağıyor, size anlatamam; bardaktan değil, kazanlardan boşalıyor adeta… “Eyvah” dedim, “Çocuklar sırılsıklam olacak.” Güvenlik kapısına gelmeden az önce ızgaraların altından “Ciyak ciyak” bir ses duydum. Bir kedi yavrusu, perişan halde annesini çağırıyordu… Zaten bu tip sesleri hep ben ve benim gibiler duyar… Güvenlikten geçtim, sağ olsunlar oradaki görevliler beni yağmur dinene kadar içeriye buyur ettiler. “Af edersiniz, bu yavru kedinin annesini gördünüz mü acaba, sanırım kaybolmuş, sizin yardım etmeniz mümkün mü?” dedim. “Sabahtan beri bağırıyor burada, annesini görmedik” dediler. 5-10 dakika sonra da komutanlarından bir emir geldi: “Giyin yağmurluklarınızı, takın eldivenlerinizi, alın elinize bir poşet, yavruyu yakalayıp, ormana atın, burada daha fazla bağırmasın.” Yağmur bayağı dinmişti, güvenlik kulübesinden çıktım, kediciği önce ben yakalamalıydım! İyi de yakalayıp ne yapacaktım, ben tören için gelmiştim buraya?..
Küçük kedicik, ızgaraların altından çıkmış, ağaç kadar kocaman bir çalının içinden miyavlıyordu, ama görünmüyordu da… Elimi çalılara daldırdım ve kediciği aldım. Boynumdaki kırmızı eşarba sarıverdim; sırılsıklamdı, çok korkmuştu, can havliyle ağlamaya devam ediyordu. Önce kediyi kuruladım, sakinleştirmeye çalıştım, sonra da dinlenme yerindeki kafeye girdim; kahvelere katılan sütten rica ettim, üstüne de biraz içme suyu… Bir masaya oturdum; hayvancık korkudan sütü bile içemiyor ki, öyle korkmuş, travmatik halde, ellerimi ısırıyordu; öyle küçüktü ki, 1 aylık bir yavru… Yandaki masadaki bey; “Siz şimdi kuduz olacaksınız” diye seslendi bana… “Neden” dedim, “Ellerinizi ısırdı” dedi. “Türkiye’de son 100 yıldır kedilerde kuduz vakasına rastlanmadı” dedim. Kan beynime çıktığı sırada bir görevli geldi, “Sizi kameralarla tespit ettik, derhal buradan çıkın, evcil hayvanla burada kalamazsınız” dedi.
Çıktım, o sırada Aydın’a telefon ettim, durumu anlattım, “Kediyi eve falan getirme” dedi. Haluk’a telefon ettim; Ankara’da hayvanı yerleştirebileceğim bir ev, bir dernek çıkar mı acaba, diye… Sitemizin Forum sayfalarındaki annelere, derneklere mail attı hemen, sağ olsun… “Aman dur, hayvanı bırakma, bir yer buluruz illa ki” diyerek bana destek oldu…
Aslanlı yolun sonunda bir ağacın altında okul otobüsünün gelmesini bekleyeyim, dedim. Bu halde törene katılamazdım elbet, ama hiç olmazsa kızımı bir göreyim, haber vereyim istedim; çocuk “Anıtkabir’e geleceksin, değil mi anne?” diye kaç kez sormuştu… Fakat, “Ağacın altında durmayın lütfen” diye uyardı bir görevli… Birkaç adım yürüdüm, bir başkası; “Buraya evcil hayvanla giremezsiniz, lütfen çıkın” buyurdu…
“ATATÜRK HAYVANLARI SEVERDİ ANNE!”
Islanmışım, tek kelimeyle kan ter içinde kalmışım, hayvanı zar zor biraz sakinleştirmişim, zaten kara kara hayvancığı nereye yerleştireceğimi düşünüyorum. Bir de ikide bir buradan çıkın, buradan çıkın… “Kardeşim” dedim, “Ben Anıtkabir’e evcil hayvanla falan girmiş değilim, bu yavru kediyi de burada çaresiz halde buldum; törene gelmiştim, ama gideceğim, kızıma haber vermek için bekliyorum, birkaç dakikaya kadar burada olurlar, rica ediyorum” dedim. “Olmaz!”, “Ya hayvanı verin, ormana atalım, ya da Anıtkabir’i terk edin lütfen” dedi görevli… Neyse ki, o sırada bizim okul gözüktü, Duru koşa koşa yanıma geldi… “Ne oldu anneciğim” dedi. Durumu anlattım… “Neden buradan çıkmak zorunda olduğunu anlayamadım anne” dedi, “Atatürk hayvanları çok severdi!” Tüylerim diken diken oldu, gözlerim doldu… Yavrumu öptüm, “Hadi sen koş, törene katıl” diyerek oradan uzaklaştım.
Kediyi bulduğum güvenlik kulübesinin yanına gittim, belki annesini görürüm, diye… Orada görevli komutana; “Kediyi yakaladım, ormana atılmasına gönlüm razı olmadı, bu telefon numaram, annesini görür de bana haber verirseniz yavrucuğu geri getiririm” dedim.
Yağmur devam ediyordu. Aydın kediyi istemiyordu, ben Ankara’da başka kimseyi tanımıyordum, yavru kedi de ben de sırılsıklamdık… Aydın’ın eşi Filiz’e telefon ettim, evdeydiler. “Aman dedim”, “Kediyi 2 gün misafir ediverin, yoksa ben de kendime kalacak yer arayacağım”… Eve gitmeden önce kediciğe kedi maması ve kedi kumu aldım, eczaneye girdim süt içirebilmek için şırınga aldım; sağ olsun eczanenin sahibi Alparslan Bey bana çok yardımcı oldu; dostlarını aradı, kediciğe bir ev bulmaya çalıştı. İnsanlık ölmemişti…
VETERİNERİ BAKKALDA BULDUK!
Sonra süt almak için girdiğim bakkalda ne oldu dersiniz; genç bir hanım, yavru kediyi görünce çığlık attı: “Ne şeker şey bu!” Kediyi biraz önce bulduğumu anlatınca da “Ben veterinerim” dedi ve oracıkta muayene etti. “Maşallah, çok sağlıklı, biraz paraziti olabilir sadece, 5 haftalık kadar henüz, aşı yapılamaz” dedi.
“İşte!” dedim. “İşte, mucize böyle bir şey”… Tabii ki, her hayvana, hatta her insana yardım edemiyoruz, ama yardım ettiklerimiz için de çok şey değişiyor. Denizyıldızı hikayesi misali bu yavru kedicik ölümün kıyısından yaşama döndü işte! Anıtkabir’in ormanına atılsaydı, en fazla 2-3 saat daha dayanabilirdi, el kadar hayvan… Ben o durumda onu görüp de kurtarmasaydım da kendimle ilişkim bozulacaktı… İşte, yaşam önümüze sürekli yol ayrımları sunuyor ve biz seçiyoruz… Yaşamımızı seçiyoruz böylece, önceliklerimizi seçerek yaşamımızı her an yeniden oluşturuyoruz…
Eve gittiğimde Aydın sakinleşmişti, kediyi görünce zaten iyiden iyiye yumuşadı. Filiz’le hemen kediciğe mamasını verdik, kumunu yanına koyup, havlulara sardık, bütün gece deliksiz, gıkını bile çıkarmadan uyudu. Ertesi gün onu veterinere götürdüm, parazit tedavisini yaptırdım, bir yandan da kimi görsem kediciğe bir ev olup olamayacağını soruyordum.
Perşembe günü yorgunluk ve stresten bütün kemiklerim ağrıyarak uyansam da mutluydum. Hepimiz sağlıklı ve hayattaydık çünkü! Anıtkabir’de nasıl bir strese girmişsem, gece 4-5 litre su içmişim, bütün gece tuvalete kalkıp durdum. Ama şimdi kedicik de ben de iyiydik. Akşama kızımı izleyecektim! Veterinerden dönünce hazırlandım, bayağı da süslendim hani… 16. Türkiye Korolar Şenliği, özel bir okulun gösteri salonunda yapılıyordu ve işte bu akşam bizim okul sahne alacaktı. Saat 17.00 gibi salonun kapıları açıldı, biz seyirciler içeri alındık. Jüri yerleşti. Sunumu yapan beyefendi Şenlik hakkında bilgiler verdi. Ve ısrarla rica etti: “Lütfen fotoğraf ve video kaydı yapmayın! Biz hepinize Şenlik’e katılan koroların video kayıtlarını ve fotoğraflarını ulaştıracağız.”
KURALSA HERKESE KURAL!
Tabii, bu rica kimsenin hoşuna gitmedi, insan çocuğunu görüntülemek ister. Ama madem böyle bir kural var, herkesin de uyması gerekir. Baktım, uyarının üstünden 1 dakika bile geçmemiş, ilk koro sahneye gelmiş, son hazırlıklar yapılıyor, salon sessiz mi sessiz… Ve çoğu kişi kayıt yapıyor!!! Aniden patlayıverdim: “Neden herkes kayıt yapıyor, daha 1 dakika önce bir ricada bulunuldu. Neden kurallara uyulmuyor” deyiverdim. Tabii o sessizlikte sesim yankılandı, sanırım koca salonda feryadımı duymayan kalmadı; bir alkış koptu ardından, kameralar yerlerine koyuldu, ama tabii ilerleyen zamanlarda bazılarının çekim yapmasına hiçbir güç engel olamadı.
Birinci yarı bitti, FMV Işık Okulları Korosu’nun ikinci yarıda ikinci sırada performanslarını sergileyeceği anons edildi. Ben de konser salonundan çıktım, baktım çocuklar-veliler-öğretmenler ortalık ana baba günü… Bizimkiler ise, bir sınıfa girmişler, öğretmenleri başlarında, tatlı tatlı sıralarını bekliyorlar. Kapıda öğretmenlerinden izin isteyerek kızıma bir “Merhaba” dedim; “Hepimiz buradayız, Deniz’le Bulut da seni izlemeye geldiler” dedim. Çok sevindi…
VE ŞENLİK’TE FMV RÜZGARI…
Nihayet büyük an geldi! FMV Işık Okulları Korosu sahne aldı! Tam 53 öğrenci sahneye yerleşti… Nurdan Kaya (Müzik Öğretmeni) yönetiminde, piyano eşlikte Zeynep Erbelger (Müzik Öğretmeni), gitar eşlikte Sadettin Ademoğlu (Müzik Öğretmeni), bendir ve klavye eşlikte Fethi Engin (Müzik Öğretmeni) ve bateride Barış Tokel (Öğrenci) koroya büyük bir özenle destek verdiler. Ve koromuz, “İleri”, “Sen bu yaylaları yaylayamazsın”, “Bahçalarda börülce”, Tell me why”, “Vois sur ton chemin” adlı parçaları seslendirerek salondan büyük bir alkış aldılar. Öyle ki, FMV seyrettiklerimin içinde açık ara en iyi koro örneklerinden biriydiler. Herkes bayıldı, jüri tebrik etti, çocuklar aynı özenle sahneden inip bahçede tebrikleri kabul ederek, müzik öğretmenleriyle fotoğraflar çektirdiler. Ve Pazar gecesi Şenlik sonuçları açıklandığında; 5 müzik öğretmeni eşliğinde, 53 öğrenciyle şehir dışında ilk defa 26 Mayıs 2011 tarihinde Ankara’da “Polifonik Korolar Şenliği”ne katılan okul koromuzun, değerlendirme sonucunda “Sololu Yapıt Yorumlama Başarı Ödülü” dalında ödül kazandığını öğrendik.
ÖDÜL MUTLU ETTİ! AMA…
Ödül kazanmak şüphesiz herkesi mutlu etti; fakat Ankara’dan ödülsüz de dönülseydi, çocuklarımızla, öğretmenleriyle ve okulla gurur duydum! “FMV, önce iyi insan yetiştirir” sloganını öyle bir uyguladılar ki… İstanbul’dan otobüslerine binip, 3. günün akşamı yine İstanbul’dan otobüslerinden inene kadar çocukların kurallara ve birbirine uyumu, nezaketi, ellerinden gelenin en iyisini yapma çabaları; sonra öğretmenlerinin çocuklara olan özeni, onlara her türlü davranışlarıyla örnek olmaları, disiplinli ama güler yüzlü tavırları görülmeye değerdi. Sonuçta, FMV Işık Okulları bu deneyimden gönüllerin birincisi olarak çıktı!
Öte yandan, Türkiye’nin her yerinden, her yaşta, her çeşit okuldan gelmiş, öğrenci, öğretmen ve velilerin en az yarısının kendileri dışındaki hiçbir şeye önem ve özen göstermediklerine üzülerek şahit oldum. Hani bir söz vardır; kendine Müslüman diye… Güzel Türkiye’mizin Ankara’daki Şenlik karesinde bunu gözlemledim. Öğrenciler sahneden iniyor, seyirci koltuğuna oturuyor, yüksek sesle konuşuyor. “Eeee be, güzel kardeşim biraz önce sen sahnedeyken herkes seni pür dikkat özenle dinlesin” istedin. Aynı özen ve saygıyı sen niye diğer korolara göstermiyorsun?” Hatta bir anaokulunun koro öğretmeni, kendi sahneden indikten sonra dakikalarca ayakta önümüzde durdu; “Göremiyoruz, çekilir misiniz” diye fısıldadığımızda da bizi terbiyesizlikle suçladı. Yahu koskaca Başkent’te, onlarca ilkokul, lise ve üniversite korolarının boy gösterdiği önemli bir Şenlik’te çoğu kişi konser adabı bilmediğini kanıtlamak üzere adeta birbiriyle yarıştı.
ÇOCUKLARIMIZA NASIL ÖRNEK OLUYORUZ?
Peki, kendisine saygı ve özen gösterilmesini bekleyen ama kendisi dışındaki kişi ve grupların en doğal haklarına saygı ve özen göstermeyen öğrenci, öğretmen ve velilere soruyorum: Biz nasıl örnekleriz böyle? “Gemisini kurtaran kaptan”, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”ı daha kaç nesle uygulayıp öğreteceğiz? Soruyorum, “Heeyyy, kimse var mı?” Gerçekten gördüklerim ve duyduklarım karşısında şaşkınım…
O yüzden de, sanatın her alanında başarılı bireyler yetiştirmeyi hedef edinmiş, sadece akademik başarıyı değil, geleceğin sanatçılarını yetiştirmeyi hedefleyen, anaokulundan üniversiteye kadar tüm seviyelerde müzik eğitimine büyük önem veren, ses eğitiminin yanında, her öğrencinin bir enstrüman çalmasını önemseyen, ama her şeyin ötesinde öğrencilerine önce iyi insan olmayı aşılayan, FMV Işık Okulları’nı bir kez daha tebrik ediyorum.
FMV, şüphesiz bu Şenlik organizasyonuna katılarak, milli bayram törenlerinde sergilediği sahne performanslarında seviye olarak nerede bulunduğunu tespit etmeyi amaçlıyordu.
Uygulamalı Dersler Bölüm Başkanı Tolga Yılmaz: “Değişik illerden gelen diğer korolar ile aramızdaki farklılıklar neler olabilirdi? Eksik bulduğumuz yönlerimiz nelerdi?’ gibi sorularımıza cevap arıyorduk. Açıkçası, bu şenlik için ekstra bir çalışma yapmadık. Rutin olarak her Pazartesi günü yaptığımız çalışmalarımıza devam ederken, her zaman seslendirdiğimiz parçalardan farklı, başka bir şarkı söylemedik. Dolayısıyla tamamen doğal halimizle orada bulunduk. Bu da, kıyaslama yapabilmemiz adına olması gereken bir şeydi. Önümüzdeki yıllar için, böylesine alt yapısı sağlam bir koroyla, bu tür organizasyonların yurt dışı ayaklarında da yer almayı programımıza almayı düşünüyoruz” dedi.
ADAM OLAMAMIŞSIN Kİ…
Fakat, hani bir hikaye vardır, “Oğlan iş güç sahibi olmuştur, babasına gelir, bak der, bak baba, ben iş güç sahibi oldum, elim para tutuyor, işimi yapıyorum, hani bana böyle gidersen adam olamayacaksın sen diyordun ya”… Baba da; “Doğru söylemişim, görüyorum ki hala adam olamamışsın” diye cevap verir… İşte bu hikayedeki gibi… Çocuklarımız akademik ve sosyal alanlarda başarı göstersinler istiyoruz, herkes ister; fakat önce iyi insan olmalarını istemeliyiz! Önce kendileri olsunlar, önce iyi insan olsunlar, bu dünyada herkes birbirine bağlı kimse kimseden kopuk değil ve olamaz da, bunu hiç unutmasınlar. O yüzden, çocuklarımızın önce duygusal gelişimlerine öncelik verelim; empati duyguları yüksek çocuklar yetiştirelim, “Ben kendimi kurtardım nasıl olsa, gerisi umurumda değil” tavırlarını bırakalım artık. Önce biz bırakalım bu eski ve işimize yaramayan, üstelik de insanlık onuruna yakışmayan öğretileri… Çocuklarımıza iyi insan örneği olalım; ondan sonra anne, baba, öğretmen ve işimiz gücümüz her ne ise onu iyi olalım. Zaten işimizi de insan kardeşlerimize faydası dokunsun, diye yaparsak bir kârı var, yoksa bu dünyada iş sahibi olmak sadece karın doyurmaya mı yarar sanıyoruz?
VE SONUÇ…
İşte böyle sevgili “Anne Olunca Anladım” okurları… Ankara gezisinden izlenimlerim bunlar… “Evren beni test etti” diyorum başka da bir şey demiyorum. Aslında evren her an hepimizi test ediyor. Çocuklar yorgun ama gururlu evlerine döndüler, otobüsten inince Duru bana nasıl sarıldı anlatamam ve hemen küçük kediciği sordu. “Evde” dedim, “İyi, merak etme…”
Çocuklar gezi boyunca birbirlerine “Buddy’m” diye seslendiler, öğretmenleri “Herkesin buddy’si yanında mı?” diye sorup durmuş tabii… Ben de küçük Buddy’mi kaptım geldim Ankara’dan; şimdilik bizimle yaşıyor; bakalım, biraz büyüsün de bir hal çaresi bulacağız elbet…
Herkese önce iyi insanlarla karşılacağı güzel günler diliyorum… Haftaya, sosyal faaliyetlerin çocuklara yararlarını uzman görüşleriyle anlatacağım, sevgilerimle…
|